.

.
.

28 Mayıs 2015 Perşembe

AYAĞIMIN TOZUYLA

Ankara'ya geldiğimin ertesi günü ayağımın tozuyla, alelusul evi toparlayıp "İşte Benim Zeki Müren" sergisine koşturduğumu söylemiştim. "Acelen neydi?" diyeceksiniz belki ama daha önce de böyle çok istediğim bir sergiye sondan bir gün evvel gitmiş ve serginin toplanmış olduğunu görüp fena halde hayal kırıklığına uğramıştım. 29 Mayıs'ta kapanacağını bildiğim için bu defa işi garantiye alayım dedim. Daha önce sergiyi gezmiş olan kızkardeşi de yanıma taktım ve salonda bizden önce gelen  Bilge'nin Annesi ile buluştuk. Biz yukarı çıkarken bastonuna dayanarak güçlükle merdivenleri tırmanan yaşlı bir hanım bozuk asansörü tamir ettirmeyen sergi salonu yöneticilerine veryansın ediyordu. Ziyaretçiler arasında Zeki Müren'i ölümünden sonra tanıyan gençler olsa da onun en şaşaalı yıllarına tanıklık etmiş yaş grubu çoğunluktaydı.


Başladık dolaşmaya, bakılacak, okunacak, incelenecek o kadar çok fotoğraf, resim, belge vardı ki tüm günü orada geçirsek zaman yine yetmezdi. Daha önce YKY'nin piyasaya sürdüğü sergi kitabını satın alıp incelediğim için ben daha çok objelere yöneldim. Bir taraftan da sürekli çalan en sevdiğim Zeki Müren şarkılarına neredeyse yüksek sesle eşlik ediyordum. 


Zeki Müren Gençlik Parkı Yazar Bahçesi'nde. Küçük bir kız çocuğu iken ailemle birlikte izlediğim zamanlar, tam hatırladığım gibi. "Bahçevan" filmi ve şarkısı çok meşhur. Şimdiyse kıyaslanırsa oldukça naif ama o zamanlar için çok görkemli bir sahne dekoru kurulmuş. Zeki Müren bahçıvan kıyafeti içinde, kolunda sebze, meyve sepeti "Deh deh düldül" diyerek çıkmıştı sahneye. Unutamadığım bir başka şarkısı ise tepesinden sonbahar yaprakları dökülürken söylediği "Yine Hazan Mevsimi Geldi" idi. O sezon Yazar Bahçesi anılarını bir albümde toplamış, kapağına baktım, yıl tutuyor, benim izlediğim zamanmış, duygulandım birden. Artık Zeki Müren olmadığı gibi Yazar Bahçesi'nin de yerinde yeller esiyor. Hatta Gençlik Parkı bile o eski park değil. Gazino kültürü bitmiş, en vasat gelir düzeyine sahip ailelelerin bile rahatlıkla gidebildiği Aile Matineleri, Kadınlar Matineleri anı olmuş. 



Bu kıyafeti ergenlik çağımda aksatmadan aldığım Ses Dergisi'nin kapağından hatırlıyorum. İzmir Fuarı zamanı, mini etekli, dolgu topuklu uzaylı prens kostümü ile büyük sansasyon yaratmıştı. Baksanıza gazinonun kapısına devasa maketi yapılıp yerleştirilmiş.


Bir Amerika seyahatinden anı, kızılderili olmuş Sanat Güneşimiz. Çok sevimli değil mi?


Desenleri. Çocukluğumda her yıl bir ya da iki Zeki Müren filmi çekilir, vizyona girerdi. Sabırsızlıkla beklerdi annelerimiz. Çoğunu Yenimahalle Seyran Sineması'nda izledim. Başta siyah-beyazdı filmler ama mutlaka birkaç sahne renkli çekilir, aralara atılırdı. Gözünüz siyah-beyaza alışmışken birden bir Zeki Müren şarkısı eşliğinde renkli sahneler görünür, kendinizi rüyada sanırdınız, çocukluk işte, ne kadar etkilemiş beni. "Hayat Bazen Tatlıdır" filmindeydi sanırım, bu desenler de o renkli sahnelerde yer almıştı. Zeki Müren Güzel Sanatlar öğrencisiydi gerçek hayatında olduğu gibi. "Hep O Şarkı" filmindeki "Sevgi Yağmuru" isimli şarkıya da bayılmış, evde günlerce "Bu yağmur, ah bu yağmur" diye çığrınmıştım :)


Sergide küçük bir salonda Zeki Müren filmleri izleme şansı da var. Ben gezerken Sema Özcan'la birlikte çevirdiği "Kalbimin Sahibi" isimli film gösterimdeydi. Bu filmi TV'de her izlediğimde çok eğlenirim ben, Sema Özcan "Meryemce" isimli sarışın, kuyruklu göz makyajlı, saçları mizamplili bir köylü kızı rolünde fena halde sırıtmakta iken ayrıca isimlerin sonundaki "ce-ca" takısının kırsal kesimde yaşlı kadın ya da erkekler için kullanıldığını bilmediği de ortaya çıkmış oluyor senaristin :) Film ayrıca Antalya'da geçer ve konusu bir tarihi eser kaçakçılığıdır.






Ve serginin en çok rağbet gören bölümü, kostümler. Dudaklısından lalelisine, uzaylısından püsküllüsüne kadar renk renk çeşit çeşit. Çoğunu kendi çizmiş.


Zeki Müren'e imzalanmış fotoğraflar. Filiz Akın ve Gönül Yazar'ı bu kadar genç ve güzel görmüş müydünüz?


Hayli sıcak ve havasız olan salondan ter içinde ama keyifli ayrıldık. Çıkmadan önce alt kattaki Yeşilçam Emekçileri Karikatürleri Sergisi'ne de bir göz attık. Şener Şen ve Sadri Alışık karikatürlerini fotoğraflamadan edemedim:



Efendim yeni sergilerde buluşmak üzere diyor, güzel bir gün diliyorum...

27 Mayıs 2015 Çarşamba

"ANKARA, İYİ KALPLİ ÜVEY ANA"*

İki buçuk gündür Ankara'dayım. Antalya'nın kendini Temmuz sanan Mayıs sıcağını, insanı hayattan bezdiren nemini, buharlaşmaya başlayan denizini, yerli-yabancı turistlerle dolup taşan plajlarını bırakıp iyi kalpli üvey anamın kollarına sığındım. Beydağlarımdan, binbir ağaçla, çiçekle dolup taşan parklardan, bahçelerden, yakut mücevherler gibi parlayan çiçekleriyle nar ağaçlarından, bakarken bile mutluluk veren begonvillerden, yasemin, melisa, hanımeli kokularından, Tiyatro festivalinden, balkonuma dallarını uzatan çınarımdan, evimden, kitaplarımdan hiç söz etmeyim ki aklım kalmasın.

Ankara bizi geride bıraktığımız boğucu sıcağa inat şimşekler, gökgürültüsü ve yağmurla karşıladı. "Serinleyin canım" dedi, "sıcak ve nem eskitmiş sizi, tazelenin". "Sağol ama fazla da uzamasın" dedik, dün ara verdi, bugün tekrar başladı. Neyse ki efendi efendi yağıyor bu kez. Dün güzel havadan istifade bitmek üzere olan "İşte Benim Zeki Müren" sergisine koştum ayağımın tozuyla. Ondan daha sonra bahsedeyim, önce birkaç fotoğrafla Antalya'ya dönmek istiyorum. Pazartesi sabahı güneş doğarken yola düştük, niyetimiz bahçeye uğrayıp yapılacak birkaç işi tamamladıktan sonra Ankara yoluna düşmekti. İlk olarak ceviz ağaçlarımızı dilek ağacına çevirdik :) Dikilip meyve vermeye başladığından beri kuşlara ziyafet çektik cevizlerle. Elimize  içi boşaltılıp yere atılmış kabuklardan başka bir şey geçmedi bunca zamandır, ne yaptıysak kâr etmedi. Kuşlara zarar vermeden cevizleri korumanın yolunu geçen sene bulduk, renkli şeritler, parlak paket rafyaları ve CD'ler astık ağaçlara, o sayede cevizleri kuşlar değil biz yiyebildik. Aynı eylemi bu yıl da gerçekleştirdik. Ağaçlarımızın aldığı şekil şu, varsa dileğiniz bir kurdele de siz bağlayın :)


Bahçenin bulunduğu kasaba hala bahar, Antalya gibi yaza dönmemiş orada mevsim. Her yer yemyeşil, tablolara layık pastoral manzaralar sunuyor gözlere:



Ekinler ufak ufak yeşilden sarıya dönmekte.


Dikenler bile görüntüyü güzelleştirmekte



Gelinciklerin keyfi yerinde, rüzgarla salınıp görüntüye renk katıyorlar. Şu yoldan yürürken bu yıl ikinci kez olmak üzere gökyüzünden leyleklerin geçtiğini gördüm. Umarım delalet ettiği söylem doğru çıkar da bol bol gezerim :)

Yalnızca bahçenin etrafı değil Ankara'ya giderken yol boyu da gözlerimize ziyafet çektik, kimi zaman gelinciklerin, kimi zaman haşhaş çiçeklerinin, kimi zaman sarı papatyalarla mor çiçeklerin renklendirdiği yemyeşil tarlalar, çam ağaçları, meyvelikler, "Bahar gibisi yok" dedirtti. 8 aydır geçmediğim için Keçiborlu-Sandıklı arası tepelere kurulmuş rüzgar tribünlerini yeni farkettim. Çıplak yamaçları güzelleştirmişlerdi onlar da dönen kanatlarıyla.

Şimdi çok işim var, aylardır boş kalan evi oturabilecek hale getirme çalışmalarındayım. Sizlere yol üstü tarlalardan bir selamla veda edeyim. Bir dahaki yazının konusu Zeki Müren olsun...



*"Ankara, iyi kalpli üvey ana/Cemal Süreya"

22 Mayıs 2015 Cuma

"NE MALUM?"*

Günler aynı monotonlukta gelip geçiyor. Sabah kalk, ortalığı toparla, çay koy, kahvaltı hazırla, bilgisayarın başına çök, internette tur at, yemek pişir, taziye ziyaretine gelenleri ağırla, TV'den yükselen politik tartışmalara söylen, sonra toparlanıp uyumaya git. Arada balkona kaçıyorum, havalar ısındı burada, hem de Mayıs'a yakışmayacak kadar, Temmuz'a öykünen bir hali var sıcağın. Elime kitabımı, kahvemi alıp artık apartmanın boyuna yükselen çınarın yeşiline hayran, hışırtısına kurban okumaya çalışıyor, geçen zamana şaşıyorum. Apartman yapılıp bittiğinde taşınır taşınmaz dikilmişti o çınar. Yarım metre bile yoktu uzunluğu. Ne ara geçti onca yıl, ne ara apartmanla yarışır hale geldi büyüyerek. İşte bu balkon kaçamaklarında okudum "Ne Malum?"u.


Bu sefer erik de almışım yanıma, çınarın yapraklarına uysun diye. Böyle asorti bir kadınımdır, hayatım uyum :) Erikler bahçeden, kitap Ayşe B. Kaban'dan. Yazarı "Ben, Kendim ve Bergen" isimli öykü kitabıyla tanımış, okumaya doyamamıştım. "Garnik ve Şaşik" öyküsü saplanmış bir bıçak gibi hala kalbimde durur. Sonra "Kırık Kalp Sendromu" isimli romanı geldi. Kadınları ve ötekileri yazıyordu Ayşe B. Kaban. Her şeye rağmen, aldatılmışlığa, horlanmaya, ezilmeye rağmen güçlü kalabilen kadınlardı kahramanları. Atalet'in deyimiyle "kızkardeşlik" duygusu hakimdi yazdıklarında, kınamıyor, eleştirmiyor, aşağılamıyor, olduğu gibi yazıyordu.

Çok kısa bir süre önce üçüncü kitabı çıktı, "Ne Malum?". İtiraf edeyim merak ve sabırsızlıkla bekledim piyasaya çıkmasını. Bizim marketvari D&R kimbilir ne zaman ve kaç tane getirir diye garantiye alıp ön sipariş verdim hemen bir kitap sitesinden. Kitabın gelişi bizim hastane, cenaze, taziye olaylarına karıştı ama her şeye rağmen iki arada bir derede okuyup bitirdim, pek de güzel ettim. Gönül daha sakin zamanlarda, daha sindire sindire okumayı isterdi ama sabredemedim. Öykülerde yine kadınlar, yine ötelenmişler var, yine kırmadan, yine incitmeden. Her bir öykü ayrı güzel, öykü sonlarındaki başlıksız bölümler ayrı güzel ve can yakıcı. Sizlere okuyun, Ayşe B. Kaban'a hep yazın diyorum. Ayizi Kitap'a da kocaman bir teşekkür yolluyorum kadın hikayelerine yer verdiği ve bizleri bu güzel kalemlerle tanıştırdığı için...

*"Ne Malum?/Ayşe B. Kaban"
Ayizi Kitap/Öykü
190 sayfa

19 Mayıs 2015 Salı

BİR KUAFÖR ÖYKÜSÜ



Kadın telefonla konuşarak girdi salondan içeri. Konuşmasına ara vermeden elindeki boya kutusunu kuaföre uzattı, İstanbul'un simgesi olmuş yapılarla desenlendirilmiş koltuklardan birine oturdu, etrafa bakındı. Gecelik benzeri uzun, bol, pembe giysili bir kadın kalfalardan birine manikür yaptırırken, çırak da kızı olduğu anlaşılan zihinsel engelli, ufak-tefek birinin ayak tırnaklarını kesiyordu. Kadının konuşması sona erdiğinde boya karılmış, kuaför aynanın önündeki kırmızı deri kaplı koltuklardan birini işaret ediyordu. Koltuğa geçti, küpelerini çıkarıp çantasının gözüne attı, poşet benzeri naylon önlük boynuna bağlandı, ilk fırça darbesini saç derisinde hissettiğinde bir an ürperdi. "Bıktım" diye düşündü, "ay dolmadan uzayan münbit saçlardan, tepede sırıtan beyazlardan, üç haftada bir kuaföre yapılan zaruri ziyaretten bıktım". O bıkadursun boya işlemi tamamlanmıştı. Aynadaki keltroş görüntüsüne göz kırpıp çantasından kitabını çıkardı: "Herkes Yalnız". Daha iki satır okumamıştı ki pembe giysili kadının işinin bittiğini, kalfanın boşa çıktığını farketti. "Rica etsem ojelerimi yenileyebilir misin?". Az sonra burnuna dolan aseton kokusuyla tırnakları temizlenmiş, uçuk pembe bir renge boyanmıştı. Kitabına geri döndü. Bitmek üzereydi kitap, son öykünün birkaç sayfası kalmıştı, tam sevdiği gibi gibi ayrıntılar atlanmamış, böylece etki kuvvetlendirilmişti. "Ben de yazabilsem böyle yazardım" diye geçirdi içinden, öykünün kahramanlarından muhabir Funda ile Sabiha hanımın evine buyur edildi. "Soğumuş erkek terlikleri"; uzun zaman önce ölmüş bir koca bundan daha iyi tasvir edilemezdi herhalde, yazara içinden bir "aferin" gönderdi, Sabiha hanımın anlattıklarını okumaya devam etti. Boya saçlarına nüfuz etmeye başlamıştı, kaşınıp yandı kafası. Gözünü kitaptan ayırmadan dalgınca elini başına götürüp kaşıdığı anda ayıldı. Parmakları ve parmaklarının dokunduğu yerde kitap boyaya bulandı. "Hay aksi" diyerek parmaklarını peçeteyle temizledi, lakin kitabın yapraklarının bir bölümü "çikolata kahve"ye dönüşmüştü bile. "Yapacak bir şey yok, sen de sayfalarını Koleston 6/7 ile savur" diyerek gülümsedi kitaba. Kitap ona gülümsemedi tabii ki. Gözü aynaya ilişince şaşırdı bir an, pembeli kadın da, çalışanlar da görünmüyordu, salon boşalmıştı. Aynadan gördüğü tek yansıma az önce tırnakları kesilen zihinsel engelli kızcağızdı. Yaşı hatta cinsiyeti bile belirsiz, kısacık saçlarının kahkülleriyle oynayarak sessizce oturuyordu. Özensizce giydirilmişti, bacaklarında buruşuk bir pantolon, üzerinde yıkanmaktan bozarmış eski bir tişört vardı. Solgunluğunu bozan tek şey minnacık ayaklarındaki çiçekli kırmızı terliklerdi. Bir ara gözgöze geldiler aynadan, utandı, mahcupca çevirdi bakışlarını. Oysa kadın gülümsemek hatta konuşmak istemişti, o gözlerini kaçırınca yapamadı. Çok geçmedi annesi çıktı içerden, "Haydi gidiyoruz" dedi. Uysalca kalktı oturduğu koltuktan, elini tuttu, bakışları yere çevrili çıkıp gitti. Kitaba tekrar yönelmişti ki çırak geldi, saçındaki boyayı karıştırıp kafa derisine masaj yapmaya başladı. Bu işlemin en güzel yeri buydu galiba, şuracıkta uyuyuverse...

"Ağzı çay kokan çocuklar", ne güzel benzetmeler yapıyordu bu yazar, öykünün sonuna yaklaşmıştı ki kalfa içerden seslendi, "saçı yıkayalım". Kitabı kapatıp çantasına koydu, yıkama koltuğuna yöneldi. Oh, bir saç boyama işkencesi daha sona ermişti.

Not: Fotoğrafın konuyla ilgisi yok doğal olarak, yeşillik olsun diye koydum :) Bu yıl dalları bizim balkona kadar uzanan, apartmanla yaşıt çınarımız.

17 Mayıs 2015 Pazar

VE FİLM MEYDAN OKUMASI BİTER

Film Meydan Okuması'nın proje sahibi "Zihnin Arka Sokakları" ile ortak bir kaderi paylaştık soruları cevaplarken, ikimizin de bir yakını yoğun bakımda idi ve buraya gelip bu soruları cevaplamak bir nevi terapi olmuştu bizim için. O geçen hafta kaybetti yakınını-bir kez daha başsağlığı diliyorum-ben de üç gün önce. Buraya uğrayamadığım süre içinde kayınvalidemi başka bir aleme uğurlayıp geldim. Güzel ve uzun bir ömür yaşadı, çocuklarının, torunlarının ve sevenlerinin eşliğinde son yolculuğuna uğurlandı, böylece teselli bulmaya çalışıyoruz. Huzurla uyusun...

Hayata kaldığımız yerden devam etmekten başka çaremiz yok, o zaman Meydan Okumamıza da kaldığımız sorudan devam edelim bakalım:

24- Favori belgeseliniz:

Valla bu hafta yaşadığım karmaşa kafamı iyice allak bullak etti, aklıma gelen belirli bir belgesel adı yok. Zorlayınca birkaç yıl önce DVD'den izlediğim bir 2. Dünya Savaşı Belgeseli geldi aklıma, adını bile hatırlamıyorum ama ilgiyle izlediğimi hatırlıyorum. Haydi bu soruyu böylece geçiştirmiş olayım, şu sıralar yaşadıklarıma verin.

25- Kimsenin seveceğinizi zannetmediği ama sevdiğiniz bir film seçin:

Kimse değil de bizzat kendim "Whiplash"ı izlememek için bir süre direnmiştim. Zira müzikal film sevmem, konusunu okuduğumda caz müziği ağırlıklı olduğunu görünce ihtiyatla yaklaşmış hatta gitmemeye karar vermiştim ama filmden her çıkan öyle güzel şeyler söyledi ki gözümü karartıp girdim. Sonuç benim için de "yılın filmi" idi.

26- Kirli zevkiniz olarak nitelendireceğiniz bir film seçin:

Valla genellikle temiz zevklerim için film izlerim, kirli zevklerimi ben de Fermina gibi dizilerle tatmin ediyorum :) Sanmayın ki her akşam TV karşısına konuşlanıp ağzımı açarak bulduğum her diziyi izliyorum, tek bir dizi var şu aralar takip ettiğim: "Param.parça". N.urgül Ye.şilçay'ın köşeli suratına ve sürekli yürüme haline, zayıflamış E.rkan P.etekkaya'nın sevimsizliğine,  E.bru Ö.zkan'ın kasıntılığına, konunun olanaksızlığına, Hazal rolündeki hastanede karışmış genç irisi kızın entrikalarına, birtakım saçmalıklarına rağmen her Pazartesi kuzu kuzu oturuyor, elime "Yaşar" adını taktığım tığ işi battaniyenin bir motifini alıyor, hem örüyor hem izliyor, arada da anneannem gibi söyleniyorum.


Dizide en sevdiğim karakter ise tartışmasız Keriman görümce, Nursel Köse bu rolde tam anlamıyla döktürüyor. 

27- En sevdiğiniz klasik film hangisi:


İlk anda aklıma gelen Theo Angelopoulos'un "Sonsuzluk ve Bir Gün"ü, çok değişik duygularla izlemiştim.

28- En güzel film müzikleri sizce hangi filmdeydi:

Şimdi bir şey söyleyeceğim güleceksiniz. Ben film izlerken müziklerini duymuyorum, evet duymuyorum.  Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım salondan çıkınca müzikleri hatırlayamıyorum. O yüzden bu soruya komik bir cevap verip müziklerini duyduğum tek filmi yazacağım: "Anadolu'nun Kayıp Şarkıları".



29- Bir konuda fikrinizin değişmesine yol açan film hangisi?

Hehehe, vampirlerin sevimli olabileceğini düşünmüştüm bunu izleyince :)



Son soruyu da cevaplayıp meydan okumayı bitirmek istiyorum ama soru zor, çalışmadığım yerden gelmiş. O yüzden 30. soru olan "En sevdiğiniz film hangisi"ne "e şıkkı yani beğendiklerimin hepsi" diyor ve bu güzel meydan okuma için "Zihnin Arka Sokakları"na teşekkür ediyorum...


13 Mayıs 2015 Çarşamba

HERKES YALNIZ*

Bu sabah erkenden çıktım evden, birtakım rutin tahliller ve yazılması gereken ilaçlar nedeniyle aile hekimine uğramam lazımdı. Asık suratlı doktorla olan görüşmem çabuk bitti, iki tüp kan verip çıktım sağlık ocağından. Karnım açtı, bir simit aldım ve en sevdiğim parka doğru yürüdüm. Hemen girişindeki yeni açılan cafede Varyant'ı tepeden, Bey dağlarını cepheden gören kuytu bir masaya yerleşip çay söyledim ve çantamı açıp kitabımı çıkardım: "Herkes Yalnız/Onur Caymaz".


Kitap dün kargodan taze taze çıkmıştı ve ilk öykü olan "Alice ile Nuri"yle gece siftah yapmış ama bitirememiştim. "Bu hikayenin ilk cümlesini yazdığım günün üzerinden bin dört yüz kırk yedi tane güzelim şarkı geçti. Okunmuş üç yüz on bir kitap, çalındı birkaçı, birkaçını da ben eşe dosta verdim; altı çizilmiş dokuz yüz yetmiş yedi satır geçti" diye başlamış "Alice ile Nuri"ye Caymaz. İtalikle basılmış, ana öyküden bağımsız bu ara bölümleri pek sevdim ben, hatta-kendisi duymasın-itiraf edeyim öyküden önce onları okuyuverdim. Kaldığım sayfayı açtım, ayracı arasına koydum, "Hiçbir el, hiçbir hayat, hiçbir yarış için gücü yok" cümlesini okurken gözüm Varyant'a kaydı. Evinizin bahçesinde binbir emek verip yine de bu gürlükte yetiştiremeyeceğiniz hüdainabit begonviller falez duvarlarını sarmış, baharla yeşillenip coşmuş ağaçlarla takım elbiseli bir erkek topluluğunun içindeki fuşya elbiseli cazip bir genç kadın gibi bir sohbete dalmıştı. Uzaklara baktım, Beydağlarına; denizden fışkırmış devler kadar heybetli ama bir o kadar da güzeldiler. Sabah mahmurluğuyla buğulu buğulu süzülüp "bu sahillerin bekçisi biziz" der gibiydiler. Güzellikleriyle beni daha fazla oyalamalarına izin vermeden kitabıma döndüm: "Yazılı kağıt var ya diyorum sana, yaşayan şeydir, gün gelir yoluna çıkar, karşı durur sana. Çünkü kağıdın ak yüzüne harf düştüğü zaman, cevher karışır hayata, doğum demektir".

Kitabın çekiciliği ile manzaranın çekiciliği arasında muallaktayım. Tam dalmışken bir şey ilgimi çekiyor. Varyantın kıvrımlarından yaşlı mı yaşlı bir teyzecik iniyor, ufarak bir şey. Saçları bembeyaz, bol bir şort giymiş dizlerine gelen, omuzunda havlusu. Belli, plaja iniyor. Kaldığım yerden devam ediyorum: "Kuş kanatları alkış oluyor", ben de teyzeye kuş kanadıyla alkış yolluyorum. 

Sabahın erken saatleri Varyant bir yaşlılar Cenneti sanki, teyzenin ardından atletik yapılı, güneşte şimdiden marsık gibi yanmış, 70+ bir ihtiyar delikanlı koşuyor, hem de yokuş yukarı. Çok geçmiyor bir başka 70+ bu kez bisikletle kıvrılıyor Varyantın dönemecinden. "Helal" diyorum içimden, her ihtimale karşı bir de "Maşallah" çekip kitaba dönüyorum. Lakin görüntü caydırıcı, kitapsa çok güzel. Tam istediğim gibi, tadından yenmiyor. Etrafa baksam aklım kitapta kalıyor, kitaba dalsam etrafta. Bir grup öğrenci geçiyor sonra bağırış çağırış, istesem de okuyamıyorum. Tekerlekli okul çantalarını tangırdatıp ergen hörleği sesleriyle bağrışarak geçiyorlar. Okul kaçkını bunlar, muhtemel ki donlarıyla denize girecekler :) "Miyav" die bir ses duyuyorum sonra, sağımdaki sandalyenin altından far gibi parlayan yeşil gözleriyle simsiyah bir kedi bakıyor bana dik dik. Bakışarak sohbet ediyoruz: "Bende yiyecek bir şey valla, bir simit vardı onu da yedim, susam bile kalmadı", "Teessüf ederim" diyor, "insan bir lokma ayırır". "Zahmet edip elli metre yürüsene kedi evine, kuru mamanın, yaş mamanın çeşidi orda, simide mi kaldın" diye çemkiriyorum. "Salak kadın" diye miyavlıyor ve çekip gidiyor. "Sensin salak" diyor ve yine "Alice ile Nuri"ye dönüyorum: "Kocalardan yapılmış demir parmaklıklarla evlerine hapsedilmiş kadınların acı yüzlerinden takınıyor (herkesin son taşı); onların çiçekli raflarında melamin tabaklarla her zaman birlikte duran hazır ifadeleri, hafifçe bükülen dudak, kalkan kaş, biraz gergince, ince parmaklar, gizler gibi yaşamak: "İstiyorsan kendin konuş babanla evladım, onca zaman sakladım, bilemem..."

Yaşlı bir çift Varyantın üstündeki sete doğru ilerliyor. Denize bakan banklardan birini seçiyor oturmaya niyetleniyorlar. Kadın pat diye bırakıyor kendini, erkek temkini; önce elindeki gazeteyle bankı süpürüyor, sonra oturuyor. Evin titizi belli oldu, erkek tarafı, kesin oturmadan pantolon paçalarını da yukarı doğru çekmiştir diz yeri yapmasın diye. Gazeteyi paylaşıyorlar. Kadın ekini alıyor, erkek ana sayfaları, denize değil gazeteye dalıyorlar sonra. Kadın arada sırtına attığı ceketi düzeltiyor. Aslında hava hayli sıcak ama bu yaş grubunda kireçleme, bel fıtığı vardır, cereyandan korunması gerekir. Setin dibindeki dönemeçten ardı ardına üç bisikletli ergen görünüyor. Kırmızı, sarı ve mavi renkteki bisikletlerini yere atıp çamın dibine seriliyorlar. Bisikletlerin modeli aynı, belli ki birbirlerine danışarak aynı anda almışlar, yoruldukları kızarmış yüzlerinden anlaşılıyor, muhabbete başlıyorlar. Ne konuştuklarını aşağı yukarı tahmin edebiliyorum, benzerlerinden yüzlercesi geçti çünkü elimden yıllar içinde. Hele önlerinden motosiklete binmiş, onlardan az daha büyük iki genç gülerek geçince muhabbetin sövmeye döndüğüne artık eminim. "Çocukken karanlıktadır genelde insan. Sonradan hatırlanan, karanlıktan geriye kalan tek şeydir sevgi. Biraz daha sevilmek. Hatırlanan..."

Ergenler dinlenmiş, yanlarından geçen şortlu turist kızların beyaz bacaklarına  bakıp gülüştükten sonra bisikletlerine binip tırmanmaya devam ediyorlar, ben de ikinci çayımı söylüyor ve kitaba dönüyorum yine: "İnsanın çocukken sevinci bitmez, bulur ve saklar, içindeki ses canlı yayındadır insanın çocukken, büyüyünce duyulansa bant kaydıdır sadece."

İkinci bir miyav sesiyle kopuyorum yine kitaptan, cafenin çatal-kaşık dolabıyla aynı renk, sarışın bir kedi burnunu çekmecelere sokmaya çalışıyor ama nafile, renkdaşlık bile geçit vermiyor içeri girmesine. Deniz olağanüstü güzel, kocaman bir makas alıp kesseniz çocukluğumda anneannemle gittiğimiz Uluş İş Hanı'ndaki, tabelasında "Dodanlı Yerli Mallar Dodanlı" yazan manifaturacının becerikli tezgahtarının kumaş yırtarken çıkardığı o "cırrrrrrrt" sesini duyacaksınız sanki. Denizden güç bela ayırdığım gözüm yokuş yorgunu bir çifte takılıyor kitaba dönmeden önce. Fıstık yeşili bir pardesüyü boğazına kadar iliklemiş sarışın bir kadın ve saçlarının boya olduğu-hatta kafa derisindeki koyu renkle bugün boyandığı-tepeden bile farkedilen adam ağır adımlarla tırmanıyorlar Varyantı. Çayım bitti, güneş yükseldi, kitaba yoğunlaşamıyorum. Artık kalkmalı. "Herkes Yalnız", yalnız evet ama etraf kalabalıkken yalnızlık fena olmuyor. Onur Caymaz şimdi burada olsaydı belki yeni kitabının ilk öyküsünü yazar, başlangıcını "Bu öyküye başladığımda Bey dağları karşımda yorgun devler gibi yanyana sıralanmış denize bakıyordu" şeklinde yapardı, kimbilir...

Son olarak, bu kitabı okuyun, valla çok güzel...

*Herkes Yalnız/Onur Caymaz
Kırmızıkedi Yayınları/Mayıs-2015
163 sayfa/Öykü
(Bold yazılar Alice ve Nuri öyküsünden)

12 Mayıs 2015 Salı

FİLM MEYDAN OKUMASI 23 VE BİR ANI


23. güne gelmiş bulunuyoruz, bir hafta sonra bu meydan okuma da biter. Darısı diğerlerine. en azından her gün yazmak için bir sebebim oldu. Bugünün sorusu şöyle:

23- En sevdiğiniz film kahramanı hangisiydi:

Buna bir yerli bir de yabancı cevabım var ama öncesinde naftalin kokulu bir anımı yazayım istedim. Orta 2. sınıftaydım sanırım, uzunca bir aradan sonra bir kardeşim olacaktı. Bunca yıl tek çocuk olmamın ve yakında pabuçlarımın dama çıkacağının hatrına bebeğin adını koyma şerefi bana bahşedilmişti. Habire isim buluyor, sonra vazgeçiyordum. O sırada rutin Pazar aile matinesi sinemalarından birine gittik bir arkadaşımla. Kerime Nadir'in "Funda" isimli romanından uyarlanmış "Funda" filmi oynuyordu. Filmi seçme sebebim o yıllarda fena halde hayranı olduğum ve afişin tepesinde ilk anda gözüme çarpan Kartal Tibet ve Hülya Koçyiğit'in başrolleri paylaşması idi. 


Film başladığında bir diğer rolde Salih Güney'in oynadığını gördüm. Salih Güney'e bayılırdım, müthiş yakışıklı bulurdum ve bu filmde biraz daha fazla yakışıklıydı galiba :) Ergen romantizmi ile Salih Güney'in yakışıklılığı birleşince bugün izlesem son derece naif ve basit bulacağım filme de bayılmıştım haliyle. Filmde Ömercik'in canlandırdığı Funda karakteri erkek olmasına rağmen kız olursa kardeşime koyacağım isim sinema çıkışı kafamda belirlenmişti: "Funda". Salih Güney'in mavi gözleri onu en beğendiğim film kahramanı yapmakla kalmamış kardeşimin adını da belirleyivermişti. Sonunda bebek kız doğdu ve adı da Funda oldu. Yıllar sonra annemi kaybettiğimizde çantalarından birinden çıkan bir miktar parayla onu anımsatacak bir hatıra objesi almak istedim. Doğan Kitap Kerime Nadir'in romanlarını yeniden basmıştı, "Funda"yı aldım kardeşim için, isminin öyküsü ve annemin anısı bir kitapta somutlaşmış oldu.

Yetişkinlik zamanlarımın film kahramanlarına gelecek olursak; tüm zamanlarımın kült filmi "Muhsin Bey" ve Şener Şen'in canlandırdığı Muhsin Kanadırık tabii ki:


Yavuz Turgul'un unutulmaz filminde canlandırdığı karakterle kalbimin en orta yerine kurulmuştur hem Şener Şen, hem Muhsin Bey. Çiçek sulama sahnesini asla unutamam, çiçeklerle konuşması, ses tonu, hayata bakışı, baştan ayağa iyi adam oluşu. Keşke bir film kahramanı değil gerçek olsa ve bu adamlardan binlerce, milyonlarca olsa. Dünya ne kadar yaşanılası bir yer olurdu.

Yabancı film kahramanlarında seçeneğim ise diğer cinsten, "Amelie" filminin kahramanı Amelie Poulain. Başkalarını mutlu etmeye çalışırken kendi yalnızlığını zamanla farkeden şirin Amelie'yi kahraman seçen tek ben değilimdir herhalde:


Yarınki soruda, favori belgeselimizde buluşmak üzere...

11 Mayıs 2015 Pazartesi

FİLM MEYDAN OKUMASI 22


22- Sizce kıymeti en az bilinmiş film hangisi?

Bu soruya cevap vermek için müthiş bir hafıza olması gerekiyor, en az bilinmiş biraz abartı kaçsa da yeterince bahsedilmemiş ya da benim bahsedildiğinden farkında olmadığım bir film düşününce aklıma "The Broken Circle/Kırık Çember" geldi.


Felix Van Groeningen'in yönettiği bir Belçika filmi "The Broken Circle", yanılmıyorsam yabancı dilde Oscar adayı olmuştu. Bir arkadaşımla izlemiş ve film bittiğinde aynı ruh haliyle koltuğa mıhlanıp boğazımızdan yükselen hıçkırığı yutmaya çalışmıştık. İzlemesi biraz yürek isteyen, çok etkileyici bir filmdi. Konusundan bahsedip spoiler vermek istemiyorum, arayan bulur zaten ama dediğim gibi üzerinde daha çok konuşulması gereken bir film olduğunu düşünüyorum.

Bugünlük bu kadar...

10 Mayıs 2015 Pazar

FİLM MEYDAN OKUMASI 21 VE ANNELER GÜNÜ VE FÜRUZAN

Öncelikle içinde annelik duyguları taşıyan-daha doğrusu o duyguyla doğan-tüm kadınların anne olsun olmasın Anneler Günü'nü kutlarım, evlatları için endişe etmeyecekleri güzel günler dilerim.

Dün edebiyat aleminde tek geçtiğim bir yazarın-ki hepiniz tahmin etmişsinizdir-Füruzan'ın adına düzenlenmiş bir panele katıldım dinleyici olarak. Antalya Edebiyat Günleri kapsamında düzenlenen öykü yarışmasının jürisinde olan Füruzan'ın da katılımıyla güzel bir panel izledim. Evde bulunan 4 imzalı kitaba bir yenisini ekledim. Yaşına meydan okuyan görüntüsüne, genç kızları imrendirecek giyimine, dimdik duruşuna hayran oldum bir kez daha. Ömrü uzun olsun, yeni kitaplar yazmasa bile hep aramızda olsun...



Panele konuşmacı olarak Ayşegül Tözeren moderatörlüğünde Hülya Soyşekerci, Aysu Erden ve Birsen Ferahlı katıldı, Füruzan edebiyatı üzerine yaptıkları çalışmaları sundular. Benim açımdan çok keyifli ve yararlı bir etkinlik oldu. 

Meydan okumanın 21. sorusuna gelecek olursak:

21- Sizce en çok abartılan film hangisi:

Yıllar içinde o kadar çok abartılmış film izleyip salondan hayal kırıklığıyla çıktım ki hangi birini söyleyeyim. Zaten hatırlamam da çok zor, o nedenle 2-3 yıl içindekileri düşünüp aklıma gelen bir tanesinde karar kıldım: "The Artist"


Michel Hazanavicius'un yönetmenliğini yaptığı Jean Dujardin ve Berenice Bego'nun başrollerini üstlendiği film sessiz sinema yıllarına bir atıf olarak siyah-beyaz ve sessiz olarak çekilmişti. Herkesler bayıldı, bense sıkıntıdan bayıldım. Görüşüm ise sessiz ve renksiz bir film izleyeceksem Rudolph Valentino filmlerinden birini izlerim, hiç olmazsa aslı olur şeklinde idi :) Filmi sevenleri kızdırmadan kaçayım en iyisi ben, haydi kalın sağlıcakla...

Not: "Kapılar" isimli blogumu aktive ettim ve kapı fotoğrafları yüklemeye başladım tekrar. İlginizi çekerse linki burada: Kapılar


9 Mayıs 2015 Cumartesi

FİLM MEYDAN OKUMASI 20

Hafta sonu ile birlikte 20. soruya da ulaşmış bulunuyoruz. Hafta sonu deyince eskiden bu adla çıkan bir gazete vardı, sosyete ve magazin haberleri verirdi. Kardeşimle alır, gülmekten yerlere serilerek okurduk. Mesela danseden sosyetik çiftin fotoğrafının altında şöyle bir alt yazı olurdu: "Ünlü işadamı falanca ile şık ve zarif eşi dün gece Hoptirinay kulüpte dansederken mutlulukları kolayca hissedilebiliyordu". Bu arada zarif eş en az 150 kilo olur, üzerindeki korkunç tuvalet ile rüküşlükten geberir, asık suratlarındaki mutluluğu bulmak içinse büyüteç yardımı gerekirdi :) Galiba gazete çıkmaz oldu TV'lerde bu haberlere daha kolay ulaşılır olunca, biz de önemli bir kültürel etkinliğimizden(!) yoksun kaldık. Hay bin kunduz :)

Neyse gelelim 20. soruya:

20- Favori aktristiniz?

Buna tek isim veremeyeceğim, zira birini yazsam diğeri küser. En favori dörtlümü belirtmek istiyorum:


1 numero Emily Watson. Şu yüzdeki ifadeye bakın yahu, afacanlık akıyor. İnsan evlat edinip üstüne yazdırır bunu. Oyunculuk gücünden hiç bahsetmeyelim zaten, hangi rolde izlesem çarpılıyorum. "Dalgaları Aşmak"ta Bess, "Hillary ve Jackie"de Jacqueline Du Pre, "Oranges and Sunshines"de Margret, "Angela'nın Külleri"nde Angela, "Bahçemde Ateşböcekleri"nde Jane, "Kitap Hırsızı"nda anne, ne olursa olsun kabulum, hepsini bağrıma basar, öper, sever, koklarım :)



Numero 2; Sandra Bullock. Ben velet kılıklılardan hoşlanıyorum, bu kesin. Bayılırım bu erkek hatlı, cin bakışlı kadına. En uyduruk filmi o oynuyorsa izleyebilirim. Tek ricam bir daha astronot olmasın lütfen, "Gravity"ye onun hatırına bile tahammül edemeyecektim neredeyse.


Numero 3, ağır toplar arkadan gelir. Muhteşem Merylim. Canımın içi, her rolün yakışığı, yamuk gülüşlü, eğri burunlu ilahem. Çok yaşa, daha yüzlerce film çevir, biz de keyifle izleyelim. Ve lütfen botoks, estetik falan yaptırma...



Vee assolistimiz, güzeller güzeli Audrey Hepburn'la dördüncüyü tamamlıyoruz. Bu bir kadın değil, bir biblo. Al vitrine koy seyret. Canımsın Audrey, hangi filmini sayayım, hepsi başımın tacı. Umarım huzurla uyumaktasındır.

Dörtlememi burada bitirir, yeni sorularda buluşmak üzere der ve bir başka 1 numerom, bütün zamanlarımın yazarı Füruzan'ı dinlemek üzere Antalya Edebiyat Günleri etkinliğine kaçarım...

8 Mayıs 2015 Cuma

FİLM MEYDAN OKUMASI 19 VE ZEKİ ALASYA


Hayatımıza renk katan en güzel hunili, ilk gençliğimizin en muhalif çağlarının destekçisi, baktıkça gülmek arzusu veren adam, yıllar önce sahnede "Haneler" oyununu sergilerken yaptığı muhteşem Süleyman Demirel taklidini ağzım açık izlediğim, öncesinde ve sonrasında hep hayranlıkla hatırlayacağım büyük sanatçı Zeki Alasya'yı yitirdik. Onları yitirdikçe saflığımızı yitiriyoruz, sadeliğimizi yitiriyoruz, anılarımızı yitiriyoruz, gençliğimizi yitiriyoruz, çocukluğumuzu yitiriyoruz. Yıllar önce bir yaz günü, henüz saçlarım mevcudunun iki misli, kilom da mevcudunun yarısı kadarken Ankara'nın en meşhur mekanlarından-ki artık onun da yerinde yeller esiyor-Büyük Ankara Muhallebicisi'nin terasında önümdeki limonata ile serinlemeye çalışırken karşı masama gelip oturmuştu aynı binada yer alan Poyraz Reklam'ın sahibi Oktay Bey ile. Ününün doruğunda olduğu, Devekuşu Kabare'nin alıp yürüdüğü zamanlardı. Adamcağız gayet ciddi, kendi halinde, muhtemelen tiyatrosunun reklam işleri için muhatabıyla konuşurken komşu masalardaki herkes yüzüne bakıp bakıp elinde olmadan gülüyordu. Sonunda gülme furyasına o da katılıp konuşmayı bırakmış, herkesle birlikte gülmeye başlamıştı. İnsanın içini ısıtan adamlardandı, ruhu şadolsun, huzurla uyusun. Boşluğu dolmayacak...

Günün sorusuna gelecek olursak:

19- Favori aktörünüz:

Tek bir isim saymak zor. En iyisi şöyle yapalım. George Clooney, Brad Pitt, Leonardo di Caprio ve Matt Damon dışında hepsi diyebilir, üst sıralara ise piyanistimizi oturtabilirim; Adrian Brody:


Bir de yerli isterseniz tek seçenek olarak "ş" şıkkı: Şener Şen.

Haydi kalın sağlıcakla...

7 Mayıs 2015 Perşembe

FİLM MEYDAN OKUMASI 18

18. günün sorusunu hızlıca cevaplayıp  kaçayım :)

18- Sizi hayal kırıklığına uğratan bir film:


Margaret Mazzantini'nin  Türkçe'ye "Sen Dünyaya Gelmeden" adıyla çevrilmiş romanını çok beğenerek okumuş, özellikle Bosna savaşı bölümlerinden çok etkilenmiştim. Filminin çevrildiğini duyunca izlemeyi sabırsızlıkla bekledim ve vizyona girer girmez sinemaya koşturdum. Salondan ise derin bir hayal kırıklığıyla çıktım. O etkileyici savaş sahnelerinden eser yoktu, kitabı okurken kapatıp, gözlerimi duvara dikerek yazılanları hazmetmeye çalıştığım bölümler adeta geçiştirilmiş, film daha ziyade bir aşk hikayesine dönüştürülmüştü. Romanda eni konu sevilesi bir karakter olan Saadet Işıl Aksoy'un canlandırdığı Aska'dan ise filmde nefret etme durumuna gelmiştim neredeyse. Sonuç olarak filmden bende kalan tek şey Penelope Cruz'un orta yaş hallerinin gençliğinden daha hoş olduğu duygusu :)

Yerli filmlerden bahsedecek olursam Çağan Irmak'ın son dönem filmleri bende ciddi hayal kırıklığı yaratmakta. "Tamam mıyız?" filminde bu duygu doruğa ulaşırken herkesin bayıldığı "Unutursam Fısılda"nın ikinci yarısında neredeyse salondan çıkacaktım...

6 Mayıs 2015 Çarşamba

FİLM MEYDAN OKUMASI 17 VE HIDRELLEZ

Bu yıl ruh halim Hıdrellez'i her zamanki gibi heves ve coşkuyla kutllamama engeldi. Ne dileklerimi süslü kağıtlara yazdım, ne onları asmak için saksıda güller satın aldım, ne de sabahın köründe Yat Limanı'na inip tekneyle açılarak Delikli Taş civarında suya bıraktım. Bu tarz ritüelleri severim oysa. Tek yaptığım dileklerimi-ki onlar da çocuklar adına idi-bir kağıda yazıp vazoda duran kurumaya yüz tutmuş gülün sapına mandallamak, sabaha karşı da güç-bela uyanıp gözümü ovuşturarak gülün sapından aldığım kağıdı musluk suyuna tutmak oldu. Bir nevi Rönesans gerçekleştirdim Hıdrellez'de, benim Rönesans'ın görkemi eskisinden düşüktü ama olsun varsın, belki böylesi daha çok işe yarar. Cümlenizin dilekleri kabul olsun diyor ve 17. günün sorusuna geçiyorum:

17- Geçen sene izlediğiniz en iyi film hangisiydi?

Esasen geçen yıl festivalde oldukça iyi filmler izledim, bir değil birkaç tane sayabilirim ama uzatmamak adına bir yerli, bir yabancı filmle cevaplayacağım:


"Whiplash"ı henüz Oscar adayı olmadan, Altın Portakal Festivali zamanı izlemiştim. Müzikal ağırlıklı filmlerden pek hoşlanmadığım için tereddütle girmiş coşkuyla çıkmıştım. J.K.Simmons'un oyunu muhteşemdi, caz müziği ziyafeti de bonusu.


Geçen yıl izlediğim yerli filmler arasında "Kış Uykusu" açık ara  zirveye oturur. 3 saatlik uzun performansına, dialoglara dayalı akışına rağmen adeta nefes almadan ve hiç sıkılmadın izleyip büyük bir doygunluk hissiyle salondan ayrıldığım bir filmdi. Nuri Bilge Ceylan varolsun...

5 Mayıs 2015 Salı

FİLM MEYDAN OKUMASI 16 VE 2 SERGİ

16. günün sorusu şu:

16- Bu sene-şimdiye kadar-izlediğiniz en iyi film hangisi?

Yerli ve yabancı olmak üzere ikiye ayırmak istiyorum. 4 ay boyunca izlediğim en iyi yabancı film yabancı dilde Oscar adayı olan İspanyol-Arjantin yapımı bir film: "Wild Tales".


Yönetmenliğini Damien Szifron'un yaptığı film 6 farklı öyküden oluşan bir kolaj, bana göre bir kara mizah harikası. İzlediğim günden beri önüme gelen herkese tavsiye ediyorum.

Bu yıl izlediğim çoğu ipe-sapa gelmez yerli filmlerin içinde beni daha önce "Zenne" ile oturduğum koltuğa çakan Caner Alper ve Mehmet Binay'ın yönetmeni olduğu "Çekmeceler" açık ara şimdiye kadar izlediğim en iyi yerli filmdi. "Zenne" kadar olmasa da yine çok etkilemeyi başardı. Tilbe Saran'ın oyunculuğuna bir kez daha hayran bıraktı.


Filmlere yeterince meydan okuduktan sonra dün gezdiğim iki sergiden sözetmek istiyorum. İlki "Ellerin Büyüsü" adını taşıyor. Dünyaca ünlü Alman plastik cerrah Hans Zilch'in 30 yılda oluşturduğu koleksiyonundan oluşan bir sergi bu. İzmir'den sonra Antalya'ya geldiğini duyunca çok sevindim ve hemen serginin açıldığı Değirmenönü Kültür Merkezi'ne koşturdum. işin tuhafı bu kültür merkezine ilk kez gidiyor oluşumdu. Düden Çayı'ndan gelen 7 Arıklar'ın suyu ile dönen 6 adet değirmende öğütülen un 12 adalara taşınırmış zamanında. Günümüze bir tek değirmen kalmış ve 2007 yılında restore edilerek Değirmenönü Kültür Merkezi'ne dönüştürülmüş, pek de güzel olmuş.


Merkezin etrafındaki parkta Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin seramik eserleri sergileniyor:



"Ellerin Büyüsü" sergisinde sergilenen eserlerden sizler için birkaç fotoğraf çektim:


Dali
 

David Lynch
 

Eberhard Eggers
 

Günter Grass
 

Hans Ticha


Le Corbusier


Louise Bourgeois
 

Man Ray


Oleg Dergatchov
 

Picasso
 

Rodin
 

Tonny Cragg


Andrey Kamalov

Sergiden ayrılırken Kültür Merkezi'nin parkındaki nilüferli havuzun sakinleri beni uğurladı :)


Ve son olarak Orkun-Ozan Sanat Galerisi'nde bir sergiyi gezerek günü bitirdim. Hakan Esmer'in "Yaşamdan Üç" isimli sergisi:




Kalın sağlıcakla efenim :)